Bağrına taş basmak

Bundan önceki yazılarımı fal taşı ve sabır taşı başlıklı yazmıştım. Bu yazımı da Bağrına Taş Basmak başlıklı yazmak istedim.

 

Türkçede bağır; göğüs, sine, yürek, gönül ve iç anlamına kullanılır.

           

Bağrına taş basmak demek; insanın karşılaştığı elem ve kederini, karşılaştığı üzüntüsünü ve acılarını gönlünde tutup başkalarıyla paylaşmadan katlanmak, içine atmaktır.

            

17. yüzyıl halk bilgesi Karacaoğlan konu ile ilgili  şu dörtlüğü söyler:

 

Bağrıma basarım taşlar

Akıttım gözümden yaşlar

Yavrusun aldıran kuşlar

Yuvasına döner gelir.

 

İnsan en elemli ve sıkıntılı durumlarında gözyaşını içine akıtır, çaresizdir, bağrına taş basar. Derdini kimseye söylemez.

 

 Fatih Sultan Mehmet Sultan döneminin şairlerinden Edirneli  Necatî (ö.1509) Bey de Divanı’nda şu dörtlükle seslenir: 

 

Kan yut cefâ-yı dehr ile bağruna taş bas

Ağzından ey dil ister isen lâl-veş nisâb

 

Nâleye âheng edersen ey gönül Ferhâd’a gel

Bağrına taşlar basıp dağlar gibi feryâda gel,  

 

           

Kızılcık şerbeti içmek, kan yutmak sözleri insanın ne kadar zorda olduğunu ifade etmek için kullanılır. Bu durumları kimseye dili olsa da konuşamaz, lal gibi susar,  içini açamaz, iniltiler içinde of çeker, volkan gibi patlamak ister. Bunu yapamaz. Yapması gereken bağrına taş basmasıdır.

 

Cuma’nın gelişi Çarşamba’dan bellidir denir.  Üreterek tüketen bir ülke değil, daha çok gösteriş amaçlı, marka takıntılı tüketen bir toplum haline getirildik.

 

Eğitim Fakültesinde Sınıf Öğretmeni olacak 40 kişilik bir sınıfta soğan nasıl üretilir, sorusunu sordum.

 

Birçoğu, soğanın küçük olanından yani kıskadan dediler.

 

 - Kıska neden üretilir dediğim de sadece bir tek kız öğrenci parmak kaldırdı,

 

-Tohuma bırakılan soğanın tohumundan, dedi.

 

Gençler yediği, içtiği ve kullandığı ürünlerin nereden geldiğini hiç düşünmüyorlar. Dişimi yaptırdığımda Dişçilik Fakültesi’nin son sınıf öğrencisinin elini tutarak bak bakalım kullandığın aletlerde Made in Turkey yazılı mı dedim? Bilmem dedi. Genç hiç merak etmemiş. Güzel bir atasözümüzde: “Bu değirmenin suyu nereden geliyor,” denir.

 

Durum böyleyken, doğrusu ne bilim ne de iktidardaki politikacıların kültürel, politik ve ekonomik bağlarla birbirine bağlı küçük bir köy olan dünyamızda oluşan siyasi ve ekonomik riskleri tanımlayabilecek veya kontrol edebilecek konumda olmaları çok zor olsa gerek.

 

Yine de ülke sorumluluğunu omuzlayanların; “yönetmek, yönetilen şeylerin adil bir biçimde düzenlenmesidir,” diyen Michel Foucault’un sözlerine kulak vermeleri, ehli olana işi teslim etmeleri elzemdir.

 

Bu durumda üzerimize düşen sorumluluk sahibi olmamız ve neyin iyi neyin kötü olduğunu söylememizdir.

 

İktisadi belirsizlik ve bunalım birçok ülkede Jürger Habermas’ın ifadesiyle sosyal buhrana dönüşür. Ümidimiz karşı karşıya olduğumuz geçici denilen -inşallah öyle olur- iktisadi sıkıntıların ahlaki yozlaşmaya ve anarşiye dönüşmemesidir.

 

Zaten toplumda insanın değeri; parası, statüsü ve diplomasıyla ölçülerek insani duygular ticarileşti. Dahası ve en kötüsü; insanı değerli kılmayı hedef edinen din ve ahlak ticarileştirildi. Değer ölçüsünün terazisi bozuldu.    

 

Bundan önce olduğu gibi bu sefer de yapılan siyasi, kültürel ve ekonomik yanlışları millet kızılcık şerbeti içerek ve bağrına taş basarak az bir sarsıntıyla atlatabilir. Yeter ki, sorumluluklar paylaşılsın.

 

Yapılacak iş, Michel Foucault’un özlü deyişiyle: “ Yönetme sanatını, yani en iyi şekilde yönetmenin makul yolunu incelemek ve aynı zamanda yönetmenin olası en iyi yolu üzerinde düşünmektir.”

 

Not: Lal-veş nisab: Dili tutulmuş, konuşamaz duruma gelmiş, dilsiz gibi ol.

Cefay-ı dehr: devrin, zamanın cefası, sıkıntısı.

Nale: inilti.

Yorum Yaz
  • UYARI: Konuyla ilgisi bulunmayan, hakaret içeren cümleler veya imalar, inançlara saldırı, şiddete teşvik yorumları onaylanmamaktadır.