Nenni de yavrum, nenni

Cinler, periler, ejderhalar eşkıyalar ve evliyalar.

Bütün bunlar Türkiye’de özellikle kırsal kesimde yaşayan çocukların eğitiminde, ruhsal problemlerinin oluşmasında ve ‘çözümünde’ büyük rol oynar.

Antropologlara göre orta çağdan kalma bir inanışla, çocuğun ruhuna giren ‘şeytanı’ kovmak ve uslu, normal bir çocuk olması için yüzlerce büyülü tören tespit edilmiştir.

Bu törenlerin hepsinde metafizik güçlere başvurulur ve genellikle ‘korku öğesi’ başrolü oynar.

Yıllar önce Bitlis’te haber kovalarken, bir Şeyh’ül Garip yatırından söz edildi, yaramaz ve hiperaktif çocuklar bu yatıra getiriliyor, şeyhin mezarının etrafından dolaştırılıyor, duvara sabitlenmiş zincirlere bağlanıyordu.

Gazeteci arkadaşlarım Enver Şengül ve Ferhan Çelebi ile birlikte yatırın olduğu yere gittik, kadınlar ellerinden tuttukları çocuklarla sıraya girmişlerdi.

Şeyh’ül Garip yatırı, yörenin yaramaz çocuklarını ‘yola getirmek’ amacıyla kullanılıyordu.

Terapi merkezi yani.

Şeyh’ül Garip’in terapi günü cuma günü seçilmişti.

Mevta şeyh, gün boyu çocukları randevusuz kabul ediyordu, üstelik bedava.

Tabii ki çocuk şeyh dedesine ‘ben yaramazım, beni yola getir’ demiyordu, yekinenler anneleri idi.

Yüzyıllardır süregelen, belli ki kendilerinin de yola getirildiği biçimde, çocuklarının kollarından tuttuğu gibi nefesi yatırda alıyorlardı.

Şeyh orada yoktu ama ‘ölümsüz ruhu’ kendi adını taşıyan caminin alt katında yaramaz çocukları yola getirmek için hazır ve nazırdı.

İnsanı dehşete düşüren şey neydi biliyor musunuz?

Her cuma çocukların yaramazlığına ve hastalığına şifa arayan annelerle dolup taşan şeyhin yatırında tek bir tedavi aracı vardı: kalın zincirler, yani prangalar.

Yatırın makamı, pardon muayenehanesi Orta Çağ engizisyonun odalarını andıran nitelikteki atmosferi ile zaten yeterince korkutucuydu.

Şeyh’ül Garip’in höt-zöt demesine gerek yoktu anlayacağınız.

Taş duvarlara sabitlenmiş prangalara yaramaz ya da akli dengesi bozuk olduğuna inanılan çocuklar bizzat anneleri tarafından bağlanıyordu.

Çocuk sıkıca bileklerinden zincirlere sabitleniyor, anne de huşu içinde duaya duruyordu.

Annenin fısıldayan duasına çocukların çığlıkları karışıyordu.

Ardından ağlaşmalar, feryatlar ve inlemeler.

Bazı çocuklar ise, korkudan dili tutulmuş şekilde etrafına bakıyor, gıkı çıkmıyordu.

Ağlayan ve feryat eden çocuk ya korkudan ya da yorgunluk bitap düşünce, tedavi amacına ulaşmış oluyordu.

Şeyh’ül Garip kerametini göstermiş ve yaramaz çocuğu hizaya getirmiş oluyordu.

Anneler; Şeyh’e şükranlarını yanında getirdiği şeker, helva, lokum ve ekmek gibi yiyecekleri çevrede bekleşen garibanlara ikram ederek gösteriyordu.

Böylece tören sona eriyor, çocuğun zincirleri çözülüyor ve evin yolu tutuluyordu.

Şeyh’ül Garip yatırı, ülkemizde binlercesi bulunan geleneksel ‘terapi ocaklarından’ yalnızca biri.

Ancak bu şekilde zincirlisinin sanıyorum bir eşi daha yok.

Yörede anlatılan efsaneye göre, İslamiyet’in yayıldığı ilk yıllarda İlyas İbn Ganen adlı bir İslam komutanının sancaktarıymış Şeyh’ül Garip.

Tabii ki, o zamanki adı Şeyh’ül Garip değilmiş.

Bu adı almasının da bir öyküsü var.

Şeyh, Bitlis yöresindeki bir savaşta, boynuna esaslı bir kılıç darbesi almış ve boynu yan düşmüş.

Hayır başı gövdesinden ayrılmamış, tıpkı Ömer Seyfettin’in ‘Başını Vermeyen Şehit’i gibi.

Bu durumda bile savaşmaya devam etmiş ve savaşın kazanılmasında büyük rol oynamış.

Savaş bittikten sonra bir çeşme başında kadınlara rastlamış şeyh, kadınlar şeyhi kafası yan taraftan sallanır halde görünce ‘şu garibe bak’ demişler.

Şeyhi kılıç darbesi öldürmemiş ama kadınların ‘garip’ sözü oracıkta öldürmüş.

Aynı hikâye yurdun her yerinde anlatılır, bilenler bilir.

Erzurum’da da Abdurrahman Gazi türbesi vardır, öykü aynıdır.

Garip Şeyh, öldüğü yerde gömülmüş ve yöre halkı bu mezarı türbe haline getirmiş.

Şeyh’in mezarının yanından geçenler Fatiha okumazsa hemen yanı başından geçen dereye düşüp boğuluyormuş.

Rivayet bu şekilde.

Zamanla öyküye herkes bir şey ekleyince, efsanenin gücü ve şeyhin etkisi pekişmiş.

Buraya çocuklarını ‘uslandırmaya’ getiren anneler, baba-dede geleneğini sürdürmüşler, üstelik çocukların kesinlikle iyileştiği inancı da zihinlere ve inançlara yerleşmiş.

Tıbbın iyileştirici gücüne inanarak çocuğunu doktora götürenler bu yatırın önünden dahi geçmemiş.

Zamanla pozitif düşünce gelişince, keramet ilmi yerini tababet ilmine bırakmış.

Şeyh’ül Garip de garip kalmış.

Şu an hala çocuğunu garip şeyhe götüren var mı bilmiyorum.

Zincirler duruyor mu, onu da bilmiyorum.

Vardır vardır, bu ülkede hikayeler bitmez, masal dinlemeyi çok severiz biz.

Nenni de yavrum nenni!

Bu ülkede ölülerden keramet bekleyenler tükenmez.

Sizce tükenir mi?