Nerede o eski Bayramlar?

(Başlamadan, şayet okumadıysanız lütfen bu yazının birinci bölümünü okuyunuz. Burayı tıklayarak okuyabilirsiniz)

 

Cumbalı evlerimiz yok oldu. Avlularımız. Sekilerimiz. Mahallelerimiz. Yoklar artık. Ve önümüz bayram. “Nerede o eski bayramlar” diye başlayan bir sürü cümle kuracağız bol bol yine. Şimdi, bunun bu yazıyla ne ilgisi var diye düşündün değil mi? Gelin ilgisine kısaca bakalım.

 

Mekan kelimesi ile imkan kelimesinin etimolojik olarak kökleri aynıdır. Bir şeyi mümkün kılan mekandır. Halı sahada yüzemezsin. Yüzmeyi mümkün kılacak olan mekandır. Bir şeyin yapılıp yapılamayacağı, yani mümkünatı, başka şeylerin yanında mekan ile de sıkı sıkıya ilişkilidir.  Şimdi o soruyu yeniden soralım: nerede o eski bayramlar? Bu sorunun psikolojik temeline bakarsak şu var: bu soruyla bazı duyguları yitirdiğimizi ve onlara olan özlemimizi açığa vururuz. Zamanla ilişkisinin yanında mekanla da ilişkisi vardır bu sorunun. Zaman silip götürmedi çoğu şeyi. Biz inşa ettiğimiz yeni mekanların imkan vermediği şeylerden bahsediyoruz aslında. İnşa ettiğimiz yeni mahalleler, o hep dert yandığımız eski komşuluk ilişkilerine iman tanımıyor çünkü. Çocuklarımızı sokağa güvenle bırakamıyoruz değil mi eskisi gibi? Çünkü inşa ettiğimiz yeni sokaklar önceki yaşantımıza imkan vermiyor. Araçlar için inşa ediyoruz çocuklarımız için değil. Sokaklar bunun için çocuklarımız açısından güvenli değil, ezilebilirler. Eski komşuluk ilişkileri eski mekanlar üzerine inşa edilmiş, o mekanlarda daha çok mümkün olan şeylerdi. Şimdi bir apartmanda tek yaşayan biri ölse, birkaç gün, büyük şehirlerdeyse birkaç hafta sonra, belki kokudan fark ediliyor. Eski mahallelerde evlerin kapıları sokağa açılırdı. Bu anlamda sokak, kamuya açık olmakla birlikte o mahallelinin mahrem alanıydı da. O sokağın çocuğu, o sokağın mahremiydi ve o mahrem içinde güvenli bir alandaydı. Ama şimdi? Evimizin kapısı apartmanın beş metrekarelik boşluğuna açılıyor. Komşuların yatak odalarını 10 santimlik bir tuğla birbirinden ayırıyor. Kısacası değiştirdiğimiz mekan zorunlu olarak bizi, yaşantımızı ve zihin yapımızı buna bağlı olarak da dünyayı  görme ve duyma biçimimizi de değiştiriyor. Değiştirdi de. Minima Morali adlı eserinde Adorno şöyle diyor:

 

 

“Yeni insan tipini anlamak istiyorsak, onu çevresindeki nesneler dünyasının sürekli etkisine maruz kalan, sistemin en derin noktalarında bile oradan izler taşıyan bir varlık olarak düşünmemiz gerekir. Artık içeri doğru açılacak pencerelerin yerinde sadece sağa sola itilecek sürgülü camların olması özne için ne demektir? Yumuşak kapı mandallarının yerinde döner tokmakların olması, avluların ortadan kalması, sokak kapısının önündeki birkaç basamağın ve bahçe duvarının yok olması acaba nasıl etkilemiştir onu?”

 

 

Şunun da altının çizilmesi gerekli ki değişim kaçınılmazdır. Burada değişime karşı bir direnç göstermemizden, değişime direnmemiz gerektiğinden söz edilmemektedir. Şartları değiştirenin kim olduğu önemli. Şartları değiştiren, kendi görme biçimine uygun olacak şekilde dizayn etmektedir dünyayı. Şartlarıysa günümüzde biz değiştirmiyoruz. Biz nesillerdir değişen şartlara, değişen dünyaya maruz kalan insanlarız. Bu durumda geleceğimizi nasıl inşa edeceğiz peki? Bunu yapacak olan çocuklarımızdır. Yeni gelen nesildir. Çocuklarımızın eline instagram’a, facebook’a, tiktok’a, youtube’a girsinler diye cep telefonu mu vereceğiz yoksa kitap mı? Farkı oluşturacak olan budur. Bu da bir idrak seviyesidir ve çocuklarımızı da idrak seviyemize göre inşa edeceğimiz anlamına gelir. Bu konuyla ilgili ilk yazının girişinde şunu sormuştuk: “şuan her neredeyseniz karşınızda duran en yakın binaya bakın. Ne görüyorsunuz? İdrak seviyemizi görüyorsun sayın okur.” Aynı soruyla bitirelim öyleyse: Şuan en yakınınızdaki çocuğa bakın ne görüyorsunuz? İdrak seviyemizi görüyorsun sayın okur.

Yorum Yaz
  • UYARI: Konuyla ilgisi bulunmayan, hakaret içeren cümleler veya imalar, inançlara saldırı, şiddete teşvik yorumları onaylanmamaktadır.