Diyarbakır’a ilk gidişim 2008’de miydi 2010’da mıydı, net hatırlamıyorum. Oldukça geç bir tarih olduğu kesin ama.
Ortalama Türk vatandaşları için gidilip gelinecek, gezilip görülecek yerler arasına çok sonradan dahil olmuştu Diyarbakır ve diğer Güneydoğu illeri. Bu açıdan bakıldığında benim geç bir tarihte gitmiş olmam çok anormal sayılmaz.
Terör vardı çünkü bölgede; gidilecek gibi değildi yani. PKK denen kandan beslenen terör örgütü korku salmıştı bütün bir ülkeye. Doğu’sundan Batı’sına, Güney’inden Kuzey’ine Türkiye’nin her yerinde bu korkuyu hissediyordu, genç evlatlarını kaybetmenin endişesini ve acısını yaşıyordu. Korku dağları bekliyordu. Deyimin tam anlamıyla böyleydi durum.
Korkunun beklediği dağlardan biri Erzurum-Diyarbakır hattında bulunuyordu mesela… Erzurum-Diyarbakır yolu Bingöl’den, Genç’ten ve Lice’den geçiyordu. Lice ile Genç arasındaki heybetli dağlar, uzun yıllar boyunca geçit vermez oldu. Dağın tepeleri karakollarla (karakollar bir süre sonra yetersiz kalınca ‘kalekol’ denilen daha güçlü ve daha büyük karakollar inşa edildi), askeri kontrol noktaları ve neredeyse tamamı aydınlatma sistemiyle kontrol altında tutulmaya çalışıldı. Gece o bölgeden geçmeye cesaret edenler, dağın bütünüyle aydınlatılmış olduğunu görürdü.
Gece-gündüz Güneydoğu’nun neredeyse bütün yollarında rastlanan askerî kontrol noktaları gezmeyi, dolaşmayı zorlaştırır ve zaman zaman bıktırıcı olurdu. Ama bunlar sebepsiz değildi; terör vardı ve teröre karşı tedbir almak kaçınılmazdı.
Diyarbakır’ın en değerli varlığı Ulu Cami’ye giden cadde üzerinde yürürken önüme çıkan dev beton barikatlara rastlayıp irkilişim de o yıllarda olmuştu yine. Bir polis karakolunun önünden geçiyordum ve o barikatlar terör saldırılarına karşı korunmak için konulmuştu karakolun etrafına; hem de şehrin tam ortasında.
Sonrasında çok sık gider gelir oldum Diyarbakır’a ve bölgenin diğer illerine. Kimi gezi maksatlı kimi iş icabı. Son yıllardaki gidiş gelişler daha rahat ve daha korkusuzca oldu. Başlardaki “Ne işin var Diyarbakır’da? Korkmuyor musun?” sorularını da duymaz oldum zaten. Zira ‘iklim’ değişmişti. PKK, kendisine eleman bulmakta zorlanıyor, Türk Silahlı Kuvvetlerinin ve Milli İstihbarat Teşkilatının başarılı operasyonlarıyla büyük kayıplar veriyordu. Terörist saldırılar etkisiz kılınınca ve terörle mücadele sınır ötesine taşınınca bölge artık daha güvenli hale gelmişti. Türkiye’nin dört bir yanından binlerce insan bu şehirlerin tarihi mekânlarında, çarşılarında, biraz pahalı ama güzel tatlar sunan lokantalarında keyif çatar olmuştu.
(Aslında bölgeyle ve bölgenin adını karalayan terör olaylarıyla ilk temasım ilk memuriyetime başladığım Tunceli dağlarına yakın bir Erzincan köyünde olmuştu. 1988’in sonbaharındaki kısa süreli o memuriyetim geçtiği köyde, “Şu karşıki dağlarda PKK ile askerlerin çatışması olur zaman zaman; buradan da duyulur silah sesleri!” diye anlatılırdı.
(Daha da eskisi var hatta: Sağlık Meslek Lisesine başladığımız 1984 sonbaharı PKK’nın da ilk eylemlerini başlattığı dönemdi. Bingöl’de yatılı liseye başlamıştık o günlerde. Ama çocuk halimizle ve kısıtlı haberleşme imkânları sebebiyle olayların farkında değildik. 1985 veya 1986’nın yarıyıl tatilinde Erzurumlu bir grup öğrenciyle bir yarım otobüse binmiş, Erzurum’a doğru hareket etmiştik. Karlıova civarında olmalı; otobüs durmuş ve ön kapıdan dağ köylüsü kılıklı biri içeri girip şöyle bir yolcuları gözden geçirdikten sonra inmişti. O kişinin ‘örgütten’ biri olduğu söylenmişti daha sonraki muhabbetlerde! Ama gerçek olup olmadığını bilme/öğrenme durumumuz yoktu. O yıllarda ve sonrasında PKK’nın yol kontrolleri, yol kesmeleri ve katliamları mutad hale gelecekti ne yazık ki…)
Tunceli ve çevresi ile Erzurum-Erzincan yolunun bu kısmı zaten 1990’larda PKK’nın en çok saldırı düzenlediği, otobüsleri yaktığı, yolcuları katlettiği bölge olmuştu.)
Diyarbakır’a ve bölgeye ilk gidişimin üzerinden 15-20 yıl geçtikten sonra geçtiğimiz hafta bir kez daha yolum buralara düştü. Yine Lice üzerinden Genç-Bingöl-Karlıova yoluyla Erzurum’a geldim ve bu defa ne Diyarbakır’da ne diğer yerleşim yerlerinde ne de yollarda hiçbir endişe ya da korku aklımdan geçmedi. Erzurum girişindeki polis kontrolü dışında hiçbir yerde aracımız da durdurulmadı…
Terörsüz bir ortam, terörsüz Türkiye ne büyük bir nimet. Diyarbakır’da, Mardin’de, Cizre’de, Batman’da, Siirt’te bölge insanı tanıdıklarla, arkadaşlarla, dostlarla, gazetecilerle, öğrencilerle ve aileleriyle rahat rahat bir arada oturup konuşmak, sohbet etmek, dertleşmek çok güzel.
Bu kardeşlik ortamı sürmeli artık; terörsüz Türkiye süreci tamamına ermeli, teröristlerin elinde büyük acılar yaşatan silahlar gömülmeli, süreci sabote etmeye yönelik eylem ve söylemlerden uzak durulmalı. PKK’nın kendini feshettiğini duyurmasının doğurduğu umut, Suriye’de ve dünyanın farklı yerlerindeki terörist oluşumlar tarafından anlamsız bırakılmamalı. Şurada burada, şu veya bu şekilde PKK ile ilişkili olan yapılara fırsat verilmemeli. Çekilen acıların, verilen kayıpların üzerinde tepinmeyi kimse aklından geçirmemeli.
Terörsüz Türkiye süreci adaletin hakim kılındığı, ama herkes için adaletin temin edildiği, kandan beslenen siyasetin bittiği, ülke kaynaklarının terörle mücadele yerine insanımızın iyiliği için kullanıldığı ve her türlü hırsızlığın yok edildiği bir süreç de olsun.
Terörsüz Türkiye, güzel, daha güzel bir Türkiye olsun…