Yazmak

Bana ‘En sevdiğin nedir? diye sorsalar, hiç düşünmeden ‘yazmak’ derim…

 

Yazmak, ıssız ve karanlık sokaklardan gelen köpek seslerini işitirken…

 

Cama vuran kar tanelerinin odama doğduğu gün ışığını hissederken…

 

Arsız, azgın rüzgârların duvarları tırmaladığı, tozu-buluta kattığı mahşer kaosunda…

 

Komşulardan sızan bazen kafa patlatan gürültü, bazen hicazkar makamdaki Safiye Ayla’nın bülbül sesi eşliğinde…

 

Herşeyi, kendimi bile unutup sürekli yazmak geliyor içimden Öyle saatlerce yazmak...

 

Kuşları, yaşamı, insanları, insana ve doğaya dair her şeyi…

 

Yazmak dinlendirir, rahatlatır beni…

 

Bir o kadar da hüzünlendirir nedense…

 

Dalıp giderim rüyamda bile göremediğim çok uzaklara…

 

Bazen Tekirova kumsalında yürür gibi olurum, ayaklarım kızgın kumlarda yanar, bazen Hakkâri’de bir ağacın dalına çıkmış tepeleri seyreden afacan çocuğa dönüşürüm.

 

Erzurum’un karlı sokaklarında ve buzlu kaldırımlarında ağır aksak yürürüm, Amasya’nın yemyeşil bahçelerinde elma toplarım, Beyoğlu’nda nargile içerim, Giresun’un tarlalarında beynimi eriten güneşin altında fındık toplarım, depremin vurduğu Pakistan Keşmir’de ağlayan bir çocuk olurum, Etopya’da iç savaşın tam ortasında kalan çaresiz genç bir kız olurum…

 

Kalemi aldım mı eline içim titrer. Kendi öz vatanında satılmış hainlerin pususuna düşen, yaralı arkadaşını kahpe kurşunlardan korumak için vücudunu siper eden Mehmet’im gelir aklıma…

 

Hasta annesine ilaç almak için küçücük elleriyle kirli ayakkabılar boyayan çilekeş Ali dikilir karşıma…

 

Oğluyla bir olmuş zulüm yağdıran gelininin, kapı dışarı etmeye çalıştığı Malatyalı Fadime Nine’nin silüeti peydah olur gözümde…

 

İşten evine dönerken sokak itlerinin parasını gasp edip varını yoğunu aldıktan sonra bıçakladığı oğlunun kurtulması için hastanenin bir köşesinde diz çöküp Allah’a yalvaran babanın feryatlarını duyarım.

 

Gecenin bir yarısı, evini basan alçak teröristlerin yanlarında götürdüğü 14 yaşındaki kızı için gözyaşı döken anne dikilir karşıma…

 

Irz düşmanı patronunun şerefsiz tekliflerini elinin tersiyle itip onurlu yaşamı seçtiği için ekmeğinden olan Hasan dayının kar tanesi kadar temiz kızı Ayşe’nin yaşadığı ıstırabı hissederim.

 

Velhasıl, kirasını ödeyemeyen memur Recep Bey, hasadı elinde kalan çifti Mehmet Efendi, sırf başı kapalı diye kürsüden indirilen ilkokul öğrencisi Hatice, başını örtmediği için baba dayağı yinen Hacer gelir gözümün önüne…

 

Yazarken hepsini görürüm, selamlaşırız onlarla…

 

Hasbihal ederiz, dinlerim dertlerini… Ellerini tutarım bir bir, ‘Tasalanma bir gün bitecek bu kâbus’ der, gönüllerini alırım…

 

Ben yurdumu, ulusumu, vatan topraklarını, ülkemin dertlerini yazmayı severim…

 

Paris moda günlerini, Madrit’teki matador vahşetini, Roma’nın seçkin eğlence mekanlarını değil…


Benim gözlüğüm Anadolu, markası “Made in Turkey”dir… 

 

Boğaza bakarak şampanyasını yudumlayan, hissetmeden, yaşamadan, görmeden, milletini bilmeden millet adına ahkâm kesen mankurt gözlüğü yoktur gözlerimde…

Yorum Yaz
  • UYARI: Konuyla ilgisi bulunmayan, hakaret içeren cümleler veya imalar, inançlara saldırı, şiddete teşvik yorumları onaylanmamaktadır.