Yedigöller ve Şelale!

Bazı yollar, gidilmek için değil; hissedilmek için vardır.

 

O gün Erzurum’dan ayrılırken hava tam da vedalara yakışır bir hal almıştı. Ne kar vardı, ne güneş, ne umut ne de hüzün… Sadece bir tenhalık

 

Uzundere’ye doğru yola koyulduk. Yanımıza fazla bir şey almadık. Biraz sessizlik, biraz merak, bir de alabalığın hayalii… Çünkü doğa çok şey istemez insandan. Gürültüsüz gel, yeter.

 

Şehirden uzaklaştıkca yolun her kıvrımında kelimeler sustu, kuşlar konuşmaya başladı. Ağaçlar, rüzgârla selamlaşırken, biz içimizdeki gürültüden kurtulmaya çalışıyorduk. Bir çay ocağında durduk. Adı bile yoktu. Ama oradaki ihtiyar, bir çay bardağıyla bize bir şehirden daha fazlasını anlattı.

 

Uzundere, Erzurum’un kalabalığından uzak; ama ruhuna en yakın yerlerinden biri. Bu ilçeye zamanında bir eğitimci kimlik dokundu: Halis Özsoy...  O'nun sayesinde Uzundere, Türkiye’nin doğusundaki ilk Cittaslow – yani “sakin şehir” unvanını aldı. Ama bu yalnızca bir tabela meselesi değil… Gerçekten de burada insanlar hâlâ kibar, hâlâ sessiz ve utangaç. Konuşmaktan çok dinlemeyi bilen, dinlerken de yargılamayan bir yer burası.

 

Öğleye doğru, suyunda gökyüzü gezinen bir dereye vardık. Kırmızı benekli alabalığın hikâyesi orada başladı. Bir köylü çocuk eğilerek fısıldadı:
“Eğer sessiz olursan… gösterir kendini.”
Biz sustuk, dere coştu, balık konuştu.

 

***

 

Yola bir pazar sabahı çıkmıştık.

 

Ama öyle sıradan bir pazar değildi… O gün üniversite sınavı vardı. Bir ülkenin gençliği, kalemiyle kaderi arasına oturmuştu. Erzurum’un sokakları öyle sessizdi ki… Ne korna sesi vardı, ne düğün konvoyu, ne de sabah ezanıyla uyanan mahalleler… Valiliğin kararı gereği şehir susturulmuştu; kalabalıklar geri çekilmiş, sesler içe dönmüştü.

 

Biz de bu sessizliğe güvenip doğaya sığınmak üzere yola çıkmıştık.

 

Direksiyon başında eşim vardı. Usta bir şofördür. Yalnızca arabayı değil, yolun ruhunu da süren biri.

 

Erzurum'dan, Dumlu'ya doğru yol alırken ilk kilometreler tam da umduğumuz gibiydi. Boş yollar, ince bir rüzgâr, açık gökyüzü… Ama daha Akdağ'a gelmeden bir anda hava değişti. Güneş bastı. İçimiz ısındı. Ve yol, önümüzde upuzun bir konvoyla kilitlendi.

 

Düğün konvoyuydu.

 

Hayatın ironisi böyle işte… Bir şehir üniversite sınavı için susturulmuştu ama doğa yolu gelin almaya giden arabalarla şenlenmişti.

 

Konvoyda yazılar vardı. Önce tebessüm ettik, sonra düşündük.

 

“Ümit rahatlık mı battı ?” yazıyordu bir aracın arkasında.
Belli ki Ümit, damattı... O'nun arabasının arkasında ise “Babamın ilk gelini…” 

 

Eşim dikkat kesildi. Dar bir virajda bir aracı sollamak zorunda kaldı, karşıdan gelen otobüsle dip dibe geldi, geri çekildi... Kimi zaman şerit dışına çıkmak zorunda kaldık, kimi zaman konvoyun yavaşlığına uyup ilerledik. Bir ara döndü bana, gülümsedi:
“Doğaya varmadan sabrı geçiyoruz...”

 

Tortum'a çok az kala konvoy dağıldı,  bir köy yoluna  saptı... O yol ayrımında  kimi durdu, kimi fotoğraf çekti. Bizse açılan o küçük aralıktan sıyrılıp kendi yolumuza döndük.

 

Yol yeniden bize aitti. Ve biz, kimseye çarpmadan, kimseye öfkelenmeden, sadece kendimize yaklaşarak ilerledik o yolda.
Pirinkayalar tünelini geçip Yedigöller’e vardığımızda gökyüzü, ağaçların arasından eğilip suya bakıyordu.

 

 

Yedigöller dediğimiz, derin bir dinginlik...  Ve o göl kıyısında bir lokanta... Dahası bir doğa tesisi... Ne gösterişli ne salaş… Ama manzarası suskun.

 

Siparişimizi verdik: Alabalık...
Ve kısa bir süre sonra  geldi… Tabakta değil; kiremit tavada, tereyağıyla birlikte fokurdayarak.

 

Tavayı önümüze koyduklarında, dumanıyla birlikte bir suskunluk yayıldı masaya. Kaşığın ucuyla tereyağını alıp üstüne gezdirince, alabalığın derisinden çıkan o hafif çıtırtı… Yemek değil bir durma ânıydı bu. İştahı bastıran değil, içimizi uyandıran bir tat.

 

Masamızın hemen yanı başında,  gölün üzerinde bir çift güvel başlı yeşil ördek süzülüyordu. Suyun üstü durgundu ama içimizde bir şeyler kıpırdıyordu.... Ördekler hem doğanın süsüydü, hem de hatırlatıcısı: Burası insan için değil, insanın içinde sessiz kalması gereken bir yerdi.

 

Yemekten sonra yürüyüşe çıktık. Bungalov evlerin önünden geçtik. Kimileri doluydu, kimilerinin perdeleri aralık... Evet burası; birileri için tatil, birileri için inziva, bizim içinse bir kaç saatliğine sığınaktı.

 

Gölün kenarında duman tüten bir ocak gördük. Yaklaştık. Bir teyze, dut pekmezi kaynatıyordu. Ama ne tencerede, ne küçük bir tasta... Bir kazan dolusu dut, ağır ağır kaynıyordu. Altında odun ateşi, çevresinde dut kokusu, üzerinde yavaş yavaş koyulaşan zaman...

 

“Tam da mevsimi,” dedi teyze. Sanki kendi hayatını da o kazanda kıvama getiriyordu.

 

Bekmez koyulaştıkça gökyüzü de ağırlaşıyor ve kimse acele etmiyordu.

 

Geri dönüp lokantanın arkasındaki küçük patikaya girdik. Toprak ıslaktı, ayakkabılarımız çamur oldu. Ama dert etmedik. Burası kirden arınmak değil, telaştan kurtulmak yeriydi.

 

Yedigöller’de saat soran yoktu. Kimse telefonuna bakmıyordu. Çünkü burada zaman, yalnızca gölün yansımasında vardı. Akmıyor, duruyordu.

 

Ve biz, o durgunluğun içinde kendimizi biraz daha sade, biraz daha eksik ve çok daha mutlu hissediyorduk.

 

Yedigöller’den dönerken hiç konuşmadık. 

 

 

Ve yol bizi, doğunun kalbinde bir çağlayana getirdi: Tortum Şelalesi.

 

İlk görüşte etkileyici. Kayadan düşen su değil sanki, zamanın içimize dökülen ağırlığıydı.

 

Şelaleye doğru yürürken, çevredeki düzenlemeler hemen fark ediliyor. Yeni yürüyüş yolları, peyzaj çalışmaları, çevre temizliği... Bu güzelleştirmeyi görmemek haksızlık olur. Bir Erzurumlu olarak, o emeğin ardındaki isimlerden biri olan önceki  Vali Okay Memiş’e burada özel bir teşekkürü hak görüyoruz. Bu kadar zor bir coğrafyada bu kadar dengeli bir çevre düzenlemesi, kolay değil.

 

Ama mesele sadece düzenleme değil. Doğa güzelleştirilirken doğallığını ne kadar koruyoruz, asıl soru bu.

 

Bölge halkı dertli... Şelalenin asırlık sesi hâlâ gür ama altında bir başka ses daha var : Heyelan tehlikesi... Toprak kayıyor. Taşlar yavaş yavaş yerinden oynuyor. Ve herkes bu tehlikenin farkında ama çok az kişi konuşuyor.

 

O şelalenin başında işletmecilik yapan insanlar, sadece ticaret değil, gelecek derdi taşıyor. Çünkü yapılaşma izni verilmiş. Harika tesisler açılmış. Ama dikkat edin: O tesislerde ne bir bebek bakım odası var, ne bir mescit. İnsan düşünmeden edemiyor: “Kime göre planlandı, kim için yapıldı burası?”

 

Bir de en dikkat çekici soru:
Erzurum Büyükşehir Belediyesi'nin Ejder 3200 işletmesi burada neden var?

 

Ejderha sırtı gibi yükselen Palandöken dağından gelip, şelalenin tepesine kurulmuş. Harbi, Ejder 3200 markası estetiği ve ruhuyla bu şelale manzarasına ne kadar yakışıyor?

 

Büyükşehir Belediyesi’nin burada bir de  ‘Şelale Cafe’si var. İsmi sade, ama kendisi doğanın ortasında oldukça müdahaleci. Kafeler her yerde olabilir. Ama her yer kafe olmalı mı?

 

Tortum Şelalesi yalnızca gezilecek bir yer değil, gelecek kuşaklara emanet bırakılacak bir doğa nişanıdır.

 

Evet, buraya gelenler selfie çekiyor, kahve içiyor, hatıra alıyor... Ama unutmamalı: Doğa bir hatıra değil, bir sorumluluktur.

 

Biz o gün orada sadece doğayı değil, doğanın üstüne kurulan yapıları da izledik.

 

Ve içimizden sessizce şunu geçirdik:

 

“İyileşen yerler var ama hâlâ korunmayı bekleyen yerler de.”

 

 

 

Yorum Yaz
  • UYARI: Konuyla ilgisi bulunmayan, hakaret içeren cümleler veya imalar, inançlara saldırı, şiddete teşvik yorumları onaylanmamaktadır.